Vaktim Kalmadı



Sokaktayım. İnsanlar telaşlı hepsi bir yerlere koşturuyorlar. Sabahın erken saatleri. Gün yeni ağarıyor. Gecenin sessizliği ve karanlığı veda ederken, yerini gün doğumuna yavaş yavaş terk ediyor. O bu kadar dingin iken, insanlar sanki buna itirazla karşı gelerek, yoğun bir hareket halindeler. 




Durağa yürüyorum, sakinim, yürürken tek yaptığım çevremi izlemek. Durağa vardığımda, biraz sıkıntı var içimde, birşeyler kopup gidiyor sanki içimden. Birden dalıp gidiyorum çok eskilere. Öğrenciyken de okula bu saatlerde, farklı bir şehirde, farklı bir durakta farklı hayallerle beklerdim. O zamanlar bu kadar sakin değildim, içimde ise sıkıntı yerine amaçlarım, umutlarım vardı ve çevremle bu kadar ilgili değildim. Şimdi yaşım belki iki kat artmış ve ben kendimle öyle sakin ve çevremle o kadar ilgiliyim ki... İnsanlar değil mi yıllardır beni sürükleyen oradan oraya, tüm umutlarıma alalacele dur dedirten. Otobüs durağa yaklaşıyor. Sırayla ilerliyoruz, ancak öyle bir yoğunluk var ki, sanki sıralar aşılmak isteniyor, hatta benim sıramı da iki üç kişi hızla geçiyor sormadan. Umursamıyorum. Acelem yok benim. Biliyorum ki zamanı aşamam zaten sıralarla. Yetişecek bir işim, bir yerim de yok zaten. Otobüse biniyorum, oturacak yer var mı diye göz ucuyla bakarken, ayakta duracak halimin olmadığını hissediyorum. Sanki bacaklarım taşımıyor vücudumu. Arkada bir cam kenarına yerleşiyorum, dışarıda hava çok güzel, bahar gününden bile sıcak, sanki yaz sıcaklığını yaşatacak belli. Bir süre sonra otobüs hareket ediyor. 

Birden insanlar takılıyor gözüme. Tek tek inceliyorum. Hepsinin yüzünde aynı ifade. Karanlık ve bezmiş. Gözler gülmüyor, yürekler yok sanki. Herkes çok düşünceli. Kim bilir belki de çoğu yaşamaktan zevk almıyor. Evet yaşamda keyif veren ne kaldı ki? Dostluklar mı? Aşklar mı? Eminim çoğu yaşayıp gidiyorlar, duygulardan uzak. 




Şu karşıdaki teyze, yüzündeki kalın çizgiler tükenen hayatının çizgileri. Başörtüsünü acele bağlamış belli. Sanki ne bulduysa giymiş üzerine, önemsememiş hiçbir şeyini. Krem renkli eski bir pardesü de onunla uyum içinde. Kalın gözlüklerinden dünyayı daha mı net görüyor acaba. Bir zamanlar güzel olduğunu sandığım vücudu artık yıkılacak gibi. Yitip giden hayatını, onu unutan evlatlarını, özlediği torunlarını, belki de yalnızlığını düşünüyor, canı acıyor kim bilir? 

Ya şu kenardaki adam, ne kadar da çatılmış kaşları. İri cüssesi, çok tamir görmüş pantolonu ve eski gri ceketi ile yoksulluğunun isyanı içinde. Bakmakta zorlandığı yuvasını, onu anlamayan karısını ve çocuklarını ve bomboş olan hayatını öylece çatılmış kaşlarına yerleştirmiş adeta. Kim bilir en son ne zaman duydu sevgi sözcüklerini... 

Tam yanımda ayakta dikilen genç kız lise öğrencisi olmalı. Saçlarını dağıtmış, öğrenci olmak sanki onun işi değil. Endamı, alınmış ince kaşları, uzun tırnakları ve ağzındaki sakızı ile pek de umurunda değil hayat belli. Kumral saçlarının ağaracağı günlerin hesabını yapmaktan uzak, mini eteği,lacivert ceketi, birkaç düğmesini açtığı beyaz gömleğiyle yaşının ötesinde görünüm içinde. Evde devamlı içen babasını, ezilen, dövülen, devamlı ağlayan annesini düşünüp, ben kurtulacağım hesapları içinde gibi... sol tarafta ayaktaki genç ise üniversite öğrencisi olmalı. Uzun boyu ile çok temiz bir görünümün altında nasıl da hayata şüpheyle baktığı belli. Kot pantolonu ve lacivert montu onun gençliğine nasıl da yakışmış. Kararsızlık var gözlerinde. Yarınlarına çok da emin gözlerle bakamıyor sanki, mezun olduğunda ne için okuduğunu anlayamıyacak gibi. Belki arkadaşları var yıllarca okuyup da hala iş bulamayan. Oysa emekli babası onun okuması için en emekliliğinden sonra gece bekçiliği yapmamış mıydı bir fabrikada? Bu bir borç değil miydi? Ne ağır bir yüktü bu. 

Tam ortada on dört-on beş yaşlarında bir kız çocuğu gözlerime takıldı. Nasıl da zayıftı. Mavi triko ceketi, eski bol eteği ve simsiyah saçlarıyla öyle yorulmuş bir hali vardı ki böylesi genç yaşta. Kömür gözleri ve kara saçları doğunun havasını hala soluyordu. Göç havasıydı bu. Umutlarını yüreklerine koyup İstanbul a göç eden insanların havası. Evine iki lokmalık para yardımı için belki bir fabrika, belki bir konfeksiyon atölyesinde öldürüyor umutlarını. Aldığı üç beş kuruşu ve gece mesailerini annesinin eline sayarken ne üzerine, ne başına, ne de süsüne kalmıyor. O da ilerde zengin bir kocanın umudu ile bu gün mutsuz yaşıyor gibi. Hayallere öyle dalmış ki... Yaşıtları gibi değil yüreği, erkenden sırtlanmış hayatı taşımış gidiyor işte. Geride altı kardeşi, daracık iki göz oda olan evlerinde yaşam hiç de güzel olmasa gerek. 
Çok yoruldum düşünmekten. Otobüs ışıklarda durduğunda yanımıza nefis kırmızı bir araba yaklaşıyor. Renk gözümü alıyor. Hani arabalara hep merakım olmuştur ya şöyle bir bakıyorum. İçindeki beyefendiye gözüm ilişiyor. Ne kadar hoş ve vakur. Hafif kırlaşmış saçları, tıraşlı kumral hafif dalgalı saçları ve beyaz gömleği ile belli iyi yaşıyor hayatı. Biran göz göze geliyoruz. Ve birkaç saniyede gözlerindeki mutsuzluğu okuyorum. O da mı mutsuz diye düşünüyorum. Oysaki belli her istediğine ulaşmış bir hali var. Kim bilir belki bir evladı vardı ve amansız bir hastalıkta yitirdi. Parasının gücü yetmedi belki de. Karısı ve çevresindeki insanlar parasına mı hürmet ediyorlardı acaba? Evet o belki zirve adam olmuş ama yüreğini dağın eteklerinde unutmuş. Zirveye çıkarken merhametini, sevdasını, dostlarını bırakmak zorunda kalmış şimdi belki zirvede ve o kadar emin bir hali var ki, onu hiçbir şey sarsamaz sanırken, sevgiyi özlemiş, dostlarını, insanları özlemiş. 

Ama nafile şimdi gözlerine yerleşmiş hüzün. Hareket ederken onun için üzülüyorum. 

Gözlerimi kapatıyorum. Kimseyi düşünmek, üzülmek istemiyorum artık. İnsanları tek tek dinlemeye vaktim olsaydı dinlerdi yüreğim. Ama kimsenin bana vakti yok, benim artık kimseye vaktim yok. Hayatları adına yok ettikleri ya da mecbur oldukları yaşamlarını sürdürmek zorundalar. Biraz içim geçiyor. Duraklar, ışıklar ve son durak. İniyorum. Kalabalığı delmek için bir gayretim yok. Gelen çarpıyor, giden çarpıyor. Ne kadar da kalabalık, bense öylesine bir noktayım adeta. Bir yerler bulup oturmak istiyorum. Bir park var az ilerde, görüyorum ve adımlarımı hızlandırıp tam denizin kenarında bir banka çöküyorum. Gözlerim çok uzaklara kayıyor. Denizin üzerindeki martılar, özgürlüğün tadını çıkartırcasına bir denize dokunup, bir gökyüzüne süzülüyorlar. Arada gelen vapur sesleri, o an içim bir an öylesine boşalıyor ki, bir iki damla gözyaşı yeter mi diye düşünüyorum. Hayır ağlamak istemiyorum. Bağırsam rahatlar mıyım? OLMAZ! Hayatın sonuna yaklaştım. İsyan yok. Sabırla teslim olmalıyım. Bu dünyaya gülerek veda edeceğim. Anneme, babama, tüm sevdiklerime ben hep 'sevdim, ama yenildim' diyeceğim. Hayatımız zaten bir pamuk ipliği değil mi? Annemi düşünüyorum bir an, beni sevdiğini biliyorum ama neden ben hiç hissedemedim. Ya babam, neden hep karşı oldu bana, neden benden yana olmadı? Dostlarım benim nerede olduğumu biliyorlar mı? Ya sevgilim, eşim o beni çok sevdiğini söyledi durdu, ya benden alıp götürdükleri. Çocuklarım, onlar benim her şeyim. Onlar için her şeyin en güzelini diliyorum. Dün doktorun yanından ayrılırken artık her şeyin sonuna geldiğimi nasıl da anladım. Oysa ki zaten bir son olacaktı, ama neden bu acı haber? Bir süre ayrılacağım bu diyarlardan, veda ederken yüreğimde, bıraktığım insanlar için hep acı olacak. İçim sızlıyor. Biraz ağrılarım var, ama hiç umurumda değil. Doktor, 'neden bu kadar geciktiniz?' diye sorarken neye geciktiğimi anlayamadım. Hatta herkes, her şeye gecikmiyor mu sanki? Bir ben miyim geciken? Hayatlar hep gecikmeler sonucu oluşan enkazlarla dolu değil mi? Ben diğer insanlardan biraz daha şanslı olduğumu düşünüyorum. Ne zirveye tırmanırken yüreğimi unuttum eteklerde, ne beni unutan evlatlarım oldu, ne evde aç bekleyen çocuklarım, ne de unuttuğum dostlarım. Gözlerimdeki anlamı hiç yitirmedim. Zamanım kalmasa da acelem yok dedim ya... Sadece boşa geçirdiğim geçmiş zamanlara eziliyor iradem. Görevlerim yerine getirmediğim görevlerim, hatta insanlara faydalı olamadığımı düşündükçe, 'keşke son bir yaşam hakkım olsaydı' diye düşünüyorum. 




Biraz üşüyorum. Yanıma küçük bir simitçi çocuk yaklaşıyor. Elleri soğuktan çatlamış, ya da hayatın çetin ve sert yanlarını çok ellemiş. Ondan bir simit alıyorum. Sonra sepetindeki tüm simitleri alıyorum. Biraz daha fazla sevinsin diye. Küçücük yaşının taşıdığı kocaman yürekle, gözlerinde bana yardım edin edasını okuyorum. Ama nafile, kendime bile vaktim kalmadı ki çocuk... 

Özlem CAN

Sokaktayım. İnsanlar telaşlı hepsi bir yerlere koşturuyorlar. Sabahın erken saatleri. Gün yeni ağarıyor. Gecenin sessizliği ve karanlı...