Bütün Eserleri 2 - Sait Faik Abasıyanık


Kitabı, Blog Sözlük kitap okuma grubunun 2017 yılının son kitabı olarak seçtiği Lüzumsuz Adam'ı ararken buldum. Aslında ayrı ayrı yayımlanmış olan Şahmerdan ve Lüzumsuz Adam kitaplarının birleştirilerek basılmasından oluşuyormuş. Her iki kitap da küçük öykülerden oluştuğundan olsa gerek yayımcı birleştirerek basmayı uygun bulmuş olmalı.

Eser yaklaşık iki yüz otuz sayfa kadar ve tamamı bir kaç sayfalık öykülerden oluşuyor. Birçoğu konusuz öykü ve ben konusuz öykü tabiriyle de ilk kez karşılaşıyorum. Çok ilginç aslında. Okuduğunuz öykü bittiğinde büyük bir boşluğa düşüyorsunuz. Ee ne oldu şimdi şaşkınlığıyla bir sonraki öyküyle karşılaşıyorsunuz. Hani önemli bir sınav öncesi oluşan aklımda hiç bir şey kalmamış hissi olur ya. Tam da o. 

Öyküler konusuz olsa da yazarın anlatmak istediği bir şeyler var tabi ki. Bazen birini, bazen bir yeri bazen de bir bölgeyi anlatıyor. Olaysız anlatılarında, o sıradanlığı ilgiyle okutturuyor. Öyküleri irdelediğinizde ise bir kısmında edebi bir dil kullanılırken bazılarında konuşma dili hatta bölgesel şivelerin kullanıldığını görüyoruz.  

Sonuç olarak Sait Faik Abasıyanık kitabı okuyarak puzzlemdeki eksik bir parçanın daha tamamlandığı hissine kapıldım. Tabi ki size de tavsiye ediyorum.

Son söz olarak 2018'in dünyamıza barış, hepimize sağlık, mutluluk, huzur, neşe, eğlence, bolluk, bereket, istediğimizi alacak kadar para getirmesini, hayvan ve doğa katliamının son bulduğu bir yıl olmasını temenni ediyorum.

Mutlu yıllar...

Kitabı, Blog Sözlük kitap okuma grubunun 2017 yılının son kitabı olarak seçtiği Lüzumsuz Adam 'ı ararken buldum. Aslında ayrı ayrı...

Aeden - Azra Kohen


Uzayda başka evrenlerin olabileceğini ve bu evrenlerde başka uygarlıkların yaşıyor olabileceğini düşündünüz mü hiç?  Peki, ya bu varsayım gerçekse ve bizden çok daha gelişmiş olan bu varlıklar bizi sürekli gözlüyorlarsa... 

Azra Kohen işte bu varsayımların gerçekliği üzerine kurguladığı Aeden romanıyla bizi bize anlatıyor. 

Hikayemize göre Sonje ve Numi isimli iki yakın şey Aeden gezegeninden dünyamıza iniş yapıyorlar.  İki yakın şey diyorum çünkü arkadaş-sevgili arasında git geller yaşayan ikili ancak finalde sevgili olmaya çok yaklaşabiliyorlar. Neyse, bu ikili indikleri bu dünyadan tekrar çıkış yapamıyorlar. Bunun üzerine Sonje ve Numi ayrılarak iki koldan Dünya'dan çıkış yolu aramaya başlıyorlar. İnsan formuna göre daha gelişmiş olan bu yaratıklar bir süre sonra dünya'nın karanlık yüzünü fark etmeye başlıyorlar. Ve bizleri tanımlarken insan olmayı başaramadığımız için insansı kelimesini kullanıyorlar. 

Sonje dünya'dan kurtulmanın yolunu ararken, insansıların dünya gezegeninde hayvanları ve doğayı katletmesini hayretler içinde gözlemliyor. Fok balıklarının kafalarına vurularak, balinaların anlamsızca, fil yavrularının dişleri için katledilmelerine dayanamıyor. Buradan gitmeden önce hayvanları kurtarmanın yollarını aramaya başlıyor. Bir süre sonra insansıların internet denilen bir ağ üzerinden haberleştiğini fark ediyor ve internetin derinliklerine dalıyor. Asıl haberleşmenin Deep Web, Dark Web olarak bilinen internetin gizli dünyasında olduğunu görüyor. Bu alemde silah tüccarları ile ilaç sanayisinin iç içe olmasını, organ ticaretini, kavgalı devletlerin gizli gizli yaptıkları anlaşmaları gördükçe dünyanın nasıl bir yer olduğunu çok daha iyi anlamaya başlıyor. 

Numi içinse hayat biraz daha farklıdır. Güzelliği ile insansıların dikkatini çekmeyi başarmış ve ihtişamlı bir hayat yaşamaktadır. Ancak bir süre sonra savaş çocuklarının organ mafyalarının elindeki durumunu görünce başka bir koldan dünyayı kurtarma mücadelesi vermeye başlayacaktır.

Azra Kohen romanında, uzaylı bakışıyla dünyanın kendini yok edişini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Çevresel felaketler daha ön planda olsa da savaş çocukları, kirli ilişkiler, insanın gelişmişliği gibi konularda fazlasıyla doyurucu. Ayrıca ömürlük insan tecrübesine dayanan tespitler de cabası.

Ama yazmadan geçemeyeceğim bir konu var. Kitap altı yüz küsür sayfa ve yaklaşık yüz yirmi sayfalık ilk bölümde neredeyse hiç bir şey anlaşılmıyor. Belki de ben anlayamadım ama  eminim siz de çok zorlanacaksınız. Pes etmeyin lütfen. Yoksa çok şey kaçırırsınız. 

Son söz olarak, popüler kültür alerjisi olan kitap severler, bu kitap için tolerans tanımalısınız. Müthiş ufuk açıcı bir kitap.

Mutlaka okuyun.

Sevgiyle kalın.

Geri dönmüyorlardı! 
Artık niye Dünya'da olduklarını biliyorlardı.
Yaşam enerjisinin bu şekilde yağmalanmasına izin vermeyeceklerdi, ne pahasına olursa olsun ona sahip çıkacaklardı.
Evrende hata yoktu, tesadüf yoktu!
Nihayet anlamışlardı.
İnsan doğulmaz, insan olunurdu.
Masalla gerçeği ayırt edebilecek okurlara...
(Tanıtım Bülteninden)

Uzayda başka evrenlerin olabileceğini ve bu evrenlerde başka uygarlıkların yaşıyor olabileceğini düşündünüz mü hiç?  Peki, ya bu varsa...

Eski Bahçe - Tezer Özlü


Bu kitap 1978 yılının Mayıs ayında İstanbul’da Hilâl Matbaacılık Koll. Şti.’nde dilizip, birinci hamur kâğıda 1.100 adet basılmıştır.
Bu kitaplardan 100 adedi 1’den 100’e numaralanarak sanatçı ve yayınevinin dostları için satış dışı tutulmuş 1000 adedi ise 101’den 1100’e numaralanmıştır.

Kitabın ilk sayfasındaki bu not oldukça ilginç geldi bana. E kitap olarak okudum ama numaralandırılmış bir kitap elime geçseydi her halde paha biçilemez tarihi eser statüsüne koyar baş ucumda saklardım.  

Tezer Özlü'nün ilk okuduğum Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabını benim için yeni bir tat olduğu düşüncesiyle paylaşmıştım. Melankolinin dibine vurup intiharın peşinde koşmuştuk. Aslında melankolik bir adam değilimdir ama duygu çeşitliliği de lazım insanoğluna. Her neyse. Demem o ki; o yayına gelen yorumlar, ben bu kitaba başlamadan önce gelmiş olsaydı hiç elime almaya cesaret edemezdim sanırım. Neyse ki bitime ramak kala yakaladılar.  52 sayfalık e-kitabın ne kadarı ramak kalır konusunu da sizin takdirinize bırakıyorum.

Okuduk madem içeriğinden de bahsedelim. Kitabın adı aslında içindeki bir hikayeden alınmış.  Buna benzer toplamda on bir hikaye var. Daha doğrusu yazarın dergilerde yayımladığı hikayelerin toplanmış hali.  Ve her hikaye de aslında birilerini ya da bir yerleri anlatırken yüzeyden çok derinlere dalıyor. Yer ve adam betimlemeleri elbette var ama öylesine yüzeysel. Daha çok içsel serzeniş...

Eğer hiç Tezer Özlü kitabı okumamışsanız sizin için tanışma kitabı olabilir. Kesinlikle farklı bir tat. Hem içinde şiirimsi şeyler de var. Ayrıca yazarı anlamanız için fazlasıyla yeter.

Sevgiyle kalın...

Bu kitap 1978 yılının Mayıs ayında İstanbul’da Hilâl Matbaacılık Koll. Şti.’nde dilizip, birinci hamur kâğıda 1.100 adet basılmıştır. ...

And Then There Were None


And Then There Were None üç bölümlük ve her bölümü yaklaşık 55 dk. süren mini bir dizi. Doğrudan çevirisi yapıldığında "Ve Sonra Hiçbiri Yoktu" anlamı çıkıyor karşımıza. Ancak dizinin asıl kaynağı Agatha Christie' nin Türkçe'ye "On Küçük Zenci" olarak çevrilen ve çok satan kitabı "And There Were None" nin uyarlamasıymış. 2015 yılında BBC tarafından yayımlanmış.


Kitabı okumadığım için dizinin romana sadık kalıp kalmadığı konularına giremiyorum. Ancak konumuz kısaca şöyle. 1930' lu yılların sonlarında birbirini tanımayan on kişi Bay ve Bayan U.N. Owen tarafından gizemli mektuplarla ana karadan uzak küçük bir adadaki malikaneye davet edilirler. Anlaşma gereği kısa süreliğine geldikleri lanetli malikanede mahsur kalırlar ve günahlarıyla yüzleşmeye başlarlar.


Dizinin neredeyse tamamı küçük bir kara parçası üzerindeki malikanede geçiyor. Hava ise introdan itibaren kapalı, bol şimşek çakmalı ve ürkütücü. Spoiler vermek istemiyorum ama malikanede günahlarıyla yüzleşmeye başlayan on kişi eğer ölüyorsa ölüm anlarını göremiyoruz. Bakmışız ki ölü ve ürkütücü bedenler karşımızda. Haliyle geride kalanlar katili hep aralarında ararlar ama bulamazlar. 


Dizi Bir Tutam Karınca'nın tavsiyesi. Gerim gerim gerilerek izledim ve ben böyle şeyleri sevmiyorum. Yine de sihirli bir güç diziyi bitirtti bana. Gerilim ve polisiye seviyorsanız ya da Agatha Christie hayranıysanız eminim seversiniz. 

Keyifli seyirler.

And Then There Were None üç bölümlük ve her bölümü yaklaşık 55 dk. süren mini bir dizi. Doğrudan çevirisi yapıldığında "Ve Sonra ...

Yaşamın Ucuna Yolculuk - Tezer Özlü


Yazarın ismini bloglarda görmüş olmama rağmen nedense hiç okuma isteği duymamıştım. Hadi bakalım bir de Tezer Özlü ile tanışalım, farklı bir yazar girsin hayatımıza duygusuyla okumaya karar verdim. 

Yaşamın Ucuna Yolculuk öncelikle ismiyle merak uyandırmayı başardı. Yani gezip göreceğiz mi yoksa en zirve duyguları mı okuyacağız öngörüsüyle yalpalamama neden oldu. Bu merakla yazarın seçtiğim ilk kitabını okumaya karar verdim.

Okuma öncesi yaptığım tahminleri kısmen tutturmuşum aslında. Çok belirgin değil ama anladığım kadarıyla orta yaşlarda yalnız yaşayan, gezmeyi ve özgür yaşamı seven bir kadın var. Evlenmek, dört duvar arasında bir yuva kurmak gibi hayali yok ve bu tür sorulardan da nefret ediyor. Alışılagelmiş mutluluk anlayışını fazlasıyla sorguluyor. Dört duvar arasında bir yuva, sabah iş akşam ev döngüsü ona göre değil. Anı yaşamak onun için hayat.

Kitabın içindeki kadın bir yerleri geziyor. Kısmen de gezdiği yerleri betimliyor. Ama gezilen yerler ve yaşananlar fazlasıyla arka planda ve hayal meyal bahsediliyor. Asıl önemli olan iç ses. İç ses de fazlasıyla melankolik.

Kimi gazinolardan müzik sesi geliyor. Müzik bile canlı kılmıyor bu bahçeleri. Aksine, müzik melankoliyi artırıyor. Orazio olmasa, yiteceğim duyguların acılığında. Bu yeşil o denli intiharı düşündürüyor.
Çantamı gerimde sürükleyerek, kentin daha derinliklerine inmeyi tasarlıyorum. Kahveler dolu. Çanta gürültü çıkarıyor. Gece insanları, kısaca gürültüye bakıyor. Hiç aldırmıyorum. Boğucu olmayan bir otel ararken, aynı zamanda onun intiharından uzaklaştığımı algılıyorum. Şimdi, onun gecelerinin sokaklarını yaşıyorum ve en çok hangi kahvede oturup yazmış olabileceğini düşünüyorum.

Yazarın dili ise oldukça akıcı. Cümleler okuru yormuyor. Bir bakmışsınız kitabın içindeki kadının dünyasını hayale dalmışsınız.

Melankoli sizin tarzınsa çok seversiniz bu kitabı. Yok bana göre değil diyorsanız da bir göz atın bişey kaybetmezsiniz. Ben de buradan ikinci bir Tezer Özlü kitabına geçiyorum.

Sevgiyle kalın

Yazarın ismini bloglarda görmüş olmama rağmen nedense hiç okuma isteği duymamıştım. Hadi bakalım bir de Tezer Özlü ile tanışalım, fark...

The Sinner


Ne varsa yabancı dizilerde var azizim. Tamam tamam yerlilerin hakkını da hepten yemeyelim ama gelin bu diziye bir göz atın. Dizimizin adı The Sinner. Günahkar anlamına geliyor. Amerikan USA Network kanalında 8 bölüm olarak yayımlanmış ve her bölüm yaklaşık kırk dakikadan oluşuyor. Alman yazar Petra Hammesfahr'ın aynı isimli romanından uyarlamış ama kitabı okumadığım için bu konuya fazla girmeyi düşünmüyorum.

Hikayemiz evli ve bir çocuk sahibi Cora ile başlıyor. Sahildeler ve eğleniyorlar. Ancak Cora' da anlaşılamayan bir gariplik var. Neyse tam her şey yoluna girdi derken Cora yanı başında cilveleşen çiftten nedense huylanıyor ve adamı oracıkta, herkesin içinde meyve bıçağı ile delik deşik ederek öldürüyor. Olay aleni. Yani bir sürü şahit var. Hatta şahide ne gerek var, kız "evet ben öldürdüm cezası neyse verin" tavrında...


Uzatmayalım. Mahkeme görülecek ve olayda karmaşık bir şey yok.  Tahmin edersiniz ki olay bu kadar olsa ne kitap ne de dizi olurdu değil mi? Sahneye ihtiyar bir dedektif çıkıyor ve herkesin gördüğü olayda gariplikler seziyor. Kimse sebepsiz yere birini öldürmez. Ama Cora'da işlediği cinayetin sebebini bilmiyor ki... İşte izleyince cinayetin sebebini öğreneceksiniz.

Dedektif hakkında da iki kelam etmek lazım. Adam mozoşist. Sanırım evli ama aynı zamanda iri yarı bir kadını da seviyor. Kadının önüne diz çöküyor, kadın buna eziyet ediyor sonra seviyor filan. Sizin fantazi dünyanızı bilmem ama benimki kaldırmadı.

Mazoşist Dedektif

Başrol oyuncusu Jessica Biel tam bir donuk surat. Neredeyse hiç mimik yok. Sadece üzülünce gözünden yaş geliyor ve burnu akıyor o kadar. Yav ben mi irite oldum anlamadım ki.

Olsun, dizi durağan, düşündürücü ve kendini izlettiriyor. Sadece yeni sezon anlaşmalarını yapamamış olmalarından olsa gerek, son bölümün çok hızlı olması ve tüm olayın birden aydınlanması sırıttı. Bunun dışında yeterince meraklandırıcı. Yani sakin olsun, hayatın içinden olsun, gerçek olsunsa isteğiniz doğru yerdesiniz. 


Diziyi ilk Sibelynka'nın blogunda görüp atmıştım hafızama. Hatta mini dizi tabirini de ondan öğrendim ve onun tavsiyesi üzerine geçen hafta sonu bitirdim. Size de tavsiye ederim.

İyi seyirler... 

Ne varsa yabancı dizilerde var azizim. Tamam tamam yerlilerin hakkını da hepten yemeyelim ama gelin bu diziye bir göz atın. Dizimizin ...

Taras Bulba - Gogol


Taras Bulba, Gogol' un Zaparojye Kazaklarını anlattığı klasikleşen eseri. Öykünün mihenk taşını Kazaklar yani soydaşlarımız oluşturunca haliyle insan vay benim garındaşlarım havasına giriveriyor. Gogol, kazakların arasında yaşadığı dönemde neler yaşamış da neler anlatıverecekmiş merakıyla başladım okumaya.  Anlatıyorum.

Romana göre zamanın birinde Taras Bulba isminde yaşlıca albay yaşarmış. Ömrü cephelerde geçen bu albay klasik kazak erkeğiymiş. Savaşçı, tuttuğunu koparan, dinine, milletine ve ailesine bağlı. Ostap ve Andrey isminde de iki çocuğu varmış. İkisi de iyi eğitimli ve savaşmayı seven tiplermiş ama Andrey daha ince ruhluymuş. Taras günün birinde içindeki savaş aşkıyla Zaparojye'nin yöneticisi yani atamanıyla görüşerek savaşma istediğini söylemiş. Ataman bu isteği geri çevirince de halkı ayaklandırarak onu devirmiş. Yerine geçen atamanın kararıyla da önce bölgelerindeki yahudilere kan kustururmuşlar sonra da Polonya' ya savaş açmışlar...

Kitabın içeriği hakkında bu kadar bilgi yeter bence. Okuma zevkinizi öldürmenin anlamı yok şimdi. Ancak Taras Bulba üzerinden Kazaklar hakkında genelleme yapıldığı izlenimim nedeniyle karakteri biraz daha analiz etmeliyiz. Tamam cesur, vatanına ve ailesine filan bağlı ama bazı yönleri can sıkıcı. Bir kere fazlasıyla acımasız, kindar ve adalet duygusu yok. Mesela Polonya' ya savaş açma gerekçesi yok. Her yer, her şey benim olacak edasıyla her gördüğüne saldıran eşkıya havasında. Tabi bu aşırı hırsının cezasını da çok acı ödüyor, o ayrı.

Sonuç olarak, acayip akıcı bir kitap. Gogol'un kaleminden mi yoksa çevirmenin üstün başarısının ürünü mü bilemiyorum. Tek bildiğim sayfalar akarken romanı seyrettiğimdi. Tasvirler o kadar canlıydı ki, zamanda ışınlanıp aralarında yaşıyormuşum hissine kapıldım. Bunun yanında savaş sahneleri ve esirlere yapılan işkenceler fazlasıyla sinir bozucuydu.

Yani diyorum ki 200 sayfanın altında kitaplar kategorisinde, boş bir gününüzde bitirebileceğiniz etkileyici bir kitap. Savaş, aşk, şatafat ve kıtlık... Ne ararsan var yani.  Blog Sözlük okuma grubu bize tavsiye etmiş, ben de size ediyorum. Okuyunca seversiniz, merak etmeyin.

Sevgiyle kalın...

Taras Bulba, Gogol' un Zaparojye Kazaklarını anlattığı klasikleşen eseri. Öykünün mihenk taşını Kazaklar yani soydaşlarımız oluştu...

Adalet - The Equalizer

Geçen hafta sonu izlediğim ve blogumda paylaşmaya değer bulduğum ancak fırsat bulup da paylaşamadığım filmi şimdi buraya bırakıyorum. Soğuk kış günü dışarılarda gezmek yerine  evde film keyfi yapmayı sevenlerdenseniz aşağılara doğru akabilirsiniz.


The Equalizer 2014 yılı Amerikan yapımı, aksiyon, suç, gerilim türünde bir film. Kelime olarak dengeleyici anlamına gelse de ülkemizde Adalet ismiyle gösterime girmiş. 

Baş rolümüz afişte resmini gördüğümüz abimiz Denzel Washington. Gerçekten güzel filmlere imza atıyor ve oyunculuğuyla şapka çıkartıyor.

Konu olarak geçmişi meçhul Robert (Denzel Washington) depoda çalışarak sakin bir yaşam sürme gayretindedir. Her akşam aynı kafeye giderek her insanın okuması gereken 100 eseri okumaktadır. Burada sürekli karşılaştığı genç fahişeyle arkadaş olur. Sıradanlaşan akşamların birinde genç kızımızı çalıştıran rus mafyası ona kötü davranır ve kız ertesi gün hastanelik olur. Robert kızı satın almak için rus mafyasının mekanına gider ve 9800 dolar karşılığında kızın özgür kalmasını ister. Adamlar Robertle dalga geçerler. Olacak şey mi? Robert hemen oracıkta eli silahlı, bıçaklı ızbandut gibi beş adamın leşini yere serer. Ancak işler iyice sarpa sarar...


Seyir zevkinizi kaçırmamak için filmin anlatımını kısa kestim ama birazda verdiği mesajlar üzerinde duralım. Özellikle rus mafyasının en alt seviyesinden patronuna kadar neredeyse tüm elemanlarının vücudu dövme ile doluydu. Kamera sık sık bu dövmeleri zumladı. Burada subliminal bir mesaj var mıdır bilemiyorum, daha doğrusu ben anlayamamış olabilirim. Bunun yanında iyi yetişmiş emekli bir amerikalının bile tüm rus mafyasını hem aklıyla hem de yetenekleriyle dize getirebileceği kanıksattırıldı. Bir de iyi amerikalının adalet duygusunun gelişmişliğini ve adalet için varını yoğunu ortaya koymasını imrenerek izledim. Anlayın artık.


Filmin alt mesajlarını yan tarafa kaydırarak biraz da macera kısmına dem vuralım. Öyle uçaktan uçağa atlamaların olmaması ve aksiyonların akla mantığa uygun olması takdire şayandı. Evet abartısız aksiyon olmaz ama sınırsız abartı da çok saçma değil mi sizce de... Ailece izlemeyi düşünenler için de hiç sevişme sahnesi olmadığı ancak kısa kısa bir kaç gece kulübü sahnesi olduğu dipnotunu düşelim.

Sonuç olarak sıkılmadan geçirebileceğiniz 2 saatlik bir film. Beğeneceğinizi umuyorum.

Keyifli seyirler.

Geçen hafta sonu izlediğim ve blogumda paylaşmaya değer bulduğum ancak fırsat bulup da paylaşamadığım filmi şimdi buraya bırakıyorum. Soğu...

Genç Werther'in Acıları - Goethe


Mektup Roman diye bir tür duymadıysanız size biraz artistlik yapayım. Nasıl oluyor biliyor musunuz? Klasik roman gibi değil. Bir anlatıcı yok. Olayları yaşayan, birine mektup yazarak başından geçenleri anlatıyor hepsi bu. Böylece okur ilk elden dinleyici durumuna düşüyor ve olayın aslını muhatabından öğreniyor. 

Şaka bir yana, daha önce karşılıklı mektuplaşmalardan oluşan roman okumuştum ama bunun bir edebi tür olduğunu yeni duydum ve acayip hoşuma gitti. Çünkü öncesinde yazarın yaşananları mı yoksa roman kahramanlarının hissettiklerini mi anlattığı üzerine yoğunlaşıyordum. Yani ister olay olsun ister duygu hep bir dış ses olabildiğince objektif bir şekilde anlatıyordu. Ama bunun yerine yazarın hikayeyi kendi başından geçmiş gibi kurgulaması ve okurun karşı tarafın hissettiklerinden habersiz olması... Fazlasıyla subjektif ve gerçekçi.

Neyse lafı fazla uzatmadan blog sözlük kitap okuma grubunun 21. kitabından da bahsedeyim. Goethe, Genç Werther'in Acılarını 1774 yılında ve daha 25 yaşındayken yazmış. Kitap Mektup Roman türünde.  Hikayemiz hali vakti yerinde bir genç olan Werther'in, kent yaşamından sıkılıp yerleştiği kırsal kesimde gördüğü Lotte'ye olan aşkını anlatır. Tüm anlatıyı Werther'in gerçek mi yoksa hayali mi olduğu tam anlaşılamayan Wilhelm isimli arkadaşına yazdığı mektuplardan okuyoruz. Bana kalırsa anlatıya mektup demektense günlük demek daha doğru. Çünkü bölümler hem kısa, hem direk konuya giriyor hem de mektup formatında olması gereken "siz nasılsınızlar" filan yok. Lakin onca eleştirmen mektup demişken bize daha fazla söz düşmez. 

Tek taraflı yazılan mektuplardan anladığımız kadarıyla Werther, bir yerde gördüğü Lotte'ye aşık olur. Aslında aşkına da karşılık bulur ama Lotte bir başkasıyla sözlüdür ve söz her şeyden önemlidir. Olsun, Werther aşkına kavuşma umudunu hep korur. Ta ki Lotte sözlüsüyle evlenene kadar. Sonrası intihar.


Romanı yüzeysel okursanız kavuşulamayan aşkın ızdırabını, umudunu görürsünüz. "Sen beni sevdiğin için ben kendime hayrandım" lafının hikayenin içinden kalbinize saplandığını hissedersiniz. Ama satır aralarına girip ayrıntıları yakalayabilirseniz, sınıf ayrımından tutun da hayatta kendiniz olabilmenin önemini, özgürlüğü ve sanatın ne için yapılması gerektiği gibi derin konuları bulabilirsiniz. 

Bu dünya klasiğini severek okuyabileceğinizi düşünüyorum.

Sevgiyle kalın... 

Mektup Roman diye bir tür duymadıysanız size biraz artistlik yapayım. Nasıl oluyor biliyor musunuz? Klasik roman gibi değil. Bir anlat...

Mülksüzler - Ursula K. Le Guin


Mülksüzler, Kitap Eylemi blogunun distopik kitaplar listesinde ilk sırada bulunuyormuş. Yani Eylem hanımın şiddetli tavsiyesi üzerine okuma listeme girenlerden.

Roman genel anlamda bilim kurgu olarak tanımlansa da fazlasıyla devlet yönetim şekillerine yönelik tanımlamalar ve eleştiriler içeriyor. Bu anlamda ideal dünya modeli arayışı içerisinde distopik bir dünya yaşamını da gözler önüne seriliyor.

Hikayemiz birbiri etrafında dönen Annares ve Urras gezegenlerini konu alıyor. Annares bereketsiz topraklara sahip, kuraklığın hüküm sürdüğü ve otoritenin olmadığı Odocuların yaşadığı gezegendir. Burada kimsenin mülkü yoktur. Tam anlamıyla anarşizm hüküm sürmektedir. Urras ise tam tersi. Bol ve bereketli topraklara sahip, otoritenin ve hiyerarşinin hüküm sürdüğü bir yerdir. Yani tam bir kapitalizm.  Her iki gezegende yaşayanlarda diğer gezegeni uydusu gibi görmektedir. Okur her iki gezegeni de, gezegenler arası yolculuk yapan Annaresli fizikçi ve devrimci Shevek'in anlatımıyla görmektedir.


Roman her anlamda birbirinin zıttı olan iki gezegenin karşılaştırılması gibi anlatılabilir aslında. Basit ve üstünkörü anlatım bunu gerektirir. Ancak eseri başyapıt yapan şey detaylarda saklı. Derinlere inildikçe bereket ve bolluk içinde yaşayan, devlet otoritesinin kusursuz işlediği Urras'da bile bireylerin aslında kendi seçimlerini yapamadıklarını yakalıyoruz. Kusursuz işleyen sistemlerde herkesin sistemin bir parçası olması gerektiği, hatta eksik parçayı tamamlama zorunluluğu olduğunu görüyoruz. Peki böyle bir dünya da birey özgün olabilmeyi, kendisi kalabilmeyi nasıl başarabilir?


Bir de Annares gibi kıtlığın hüküm sürdüğü, herkesin sefalet içinde yaşadığı ve otoritenin olmadığı dünya da yaşadığınızı hayal edin. Yani distopyayı dibine kadar yaşıyorsunuz ama çevrenize baktığınızda herkes eşit. Herkes kendisi olabilmiş. Herkes, herkes kadar değerli. 

Bireycilik mi yoksa toplumculuk mu? işte bütün mesele bu...

Roman bilim kurgu içerikli olması sebebiyle olsa gerek yazarın kendi tanımlamalarına alışmak biraz zaman alıyor. Bunun yanında çok fazla yapılan betimlemeler konudan kopmaya da neden oluyor. Bu anlamda kafa patlatarak okunması gereken zor bir kitap sayılabilir. Üstelik üç yüz küsür sayfa. Ancak baş kısımlarda zorlayan yazarın tanımlamalarına ve betimlemelerine alışıp her iki gezegeni de zihninize yerleştirdikten sonra zevk almaya başlıyorsunuz. Bu nedenle kitap herkese zevk vermeyebilir ama kitap kurtlarının zevk alarak okuyabileceğini düşünüyorum.

Bol kitaplı günler sizlerin olsun. Sevgiyle kalın... 

Mülksüzler, Kitap Eylemi blogunun distopik kitaplar listesinde ilk sırada bulunuyormuş. Yani Eylem hanımın şiddetli tavsiyesi üzerine ...

Bozkırkurdu - Hermann Hesse


Orta yaşların sonunda bir adam var. Kimdir, nedir tam olarak bilmiyoruz. Geçmişte eşi dostu var mıydı ya da şimdilerde nerelerdeler o da mechul. Yaşadıklarından çok iç dünyasına giriyoruz. Hayat onun için anlamsızlaşmış. Şizofren mi yoksa psikolojik bunalımlı olduğunu bir dönemini mi okuyoruz belli değil. Ama şunu biliyoruz. Adam yaşama amacını, sevincini, huzurunu kaybetmiş ve intiharın eşiğinde dolaşıyor.

Umutsuzluğun pençesinde kıvranan adamımız  sıradanlaşan günlerin birinde kendinden oldukça genç bir kızla karşılaşır. Dans etmeyi, eğlenmeyi kısaca yaşamayı öğrenir bu özgür kızdan. Her günün sabahında doğan güneş, adamımızın da dünyasını aydınlatmaya başlar...

Bozkırkurdu, blogsözlük kitap okuma grubunun 20. kitabı olarak karşıma çıktı. Ve okuduğum ikinci Herman Hesse kitabı. Fazlasıyla psikolojik bir kitap. Hani olayların puslu ama duyguların berrak anlatıldığı kitaplardan. 

Okumak için zinde bir beyin istiyor. Öyle yorgun, otobüste, düğünde ya da dernekte okunabileceklerden değil. Ama dinçseniz ve kitap okuma havasındaysanız sizi duygudan duyguya sürükleyecektir. Cümlelerin altını çizenlerdenseniz fazlasıyla çizik atacaksanız. 

Sokulgan biri sayılmazdı. İnsanlardan kaçardı. Değişik bir dünyadan çıkıp gelmiş bir yabancı, vahşi, ürkek bir yaratıktı. Onun , Bozkırkurdu’nun yalnızlığı, ‘bilinçli bir yalnızlıktı…

Keyifli okumalar.

Orta yaşların sonunda bir adam var. Kimdir, nedir tam olarak bilmiyoruz. Geçmişte eşi dostu var mıydı ya da şimdilerde nerelerdeler o ...

Otherlife (2017)


Yaşamaktan korktuğunuz heyecanları sanal gerçeklikle yaşamak ister miydiniz? 

Filmimiz Ren Amari (Jesica De Gouw) ile erkek kardeşinin derin dalış yaptığı bir geçmiş üzerine kurulu. Ren Amari'nin ısrarı üzerine ikinci kez dalış yapan erkek kardeş bu dalıştan çıkamaz ve beyin ölümü gerçekleşir. Büyük suçluluk duygusu içindeki Ren, kardeşini kurtarmak için babasının başlattığı ancak anlaşılmaz bir şekilde terk ettiği Otherlife projesine sarılır. Böylece insan beynine yüklenen sanal gerçeklikle, yanlış tercihi nedeniyle beyin ölümü gerçekleşen kardeşine aynı heyecanı yaşatıp doğru tercih yaptırarak kurtarmaya çalışacaktır. 


Ren projesi için sponsor desteğine ihtiyaç duyar ve bir arkadaşı ile birlikte Otherlife şirketini kurar. Buna göre sanal gerçeklikle heyecan yaşamak isteyenler için senaryolar yazmaya başlar. Yazılan her senaryo için geliştirdikleri yazıcıdan mürekkep benzeri bir sıvı çıkar. Bu sıvıyı gözüne damlatan kişi bir kaç dakika içinde o muhteşem heyecanı yaşayacaktır.


Projeden haberdar olan devlet yetkililerinin başka bir planı vardır. Suçluları ıslah etmek.  Böylece 1 yıl hapis yatması gereken kişi 1 dakika içinde o acıyı yaşayarak ıslah olup topluma kazandırılabilecektir. Ancak devlet yetkilileri projenin birden çok müebbet hapis cezası için de geliştirilmesini istemektedir. Ren projenin insan beyninin yaşadığı eşsiz deneyimlerle daha da geliştirilmesini amaçladığını ancak devletin projeyle insan beynini sınırlandırmayı amaçladığını düşünerek itiraz eder. Ve bir anda kendini denek olarak bulur... Filmi bitirmemek için anlatımı burada kesiyorum.


Otherlife yani Diğer Yaşam kurgusu ve öngörüsüyle beni fazlasıyla etkilemeyi başardı ve oldukça gerçekçi geldi. Bilim kurgu sevenlerin bayılacağını düşünüyorum.

Keyifli seyirler.

Son söz;  Antalya Expo fuarındaki çocuk bilim merkezi içerisinde gözlüklerle yapılan sanal gerçeklik salonu var. Benzer şekilde deneyimler sunuyor. Yine 9D film gösterimlerinin filmde anlatılmak istenenin ilkel hali olabileceğini düşünüyorum. Deneyimlemelerdeki zaman sorununu da çözerlerse işlem tamamdır. İki saatlik filmi bir dakika da bitirmek gibi.

Şimdilik eğlence sektörüne hizmet eden bu teknolojinin gelecekte filmin öngördüğü gibi ceza yöntemi olarak da kullanılıp kullanılmayacağını hep beraber göreceğiz.

Yaşamaktan korktuğunuz heyecanları sanal gerçeklikle yaşamak ister miydiniz?  Filmimiz Ren Amari (Jesica De Gouw) ile erkek kardeş...

Makale Özgünleştirme Nedir Arkadaş?

Özgün blog yazarı olmak vallahi zor. Hani yazmak zevktir hatta terapi gibi gelir insana ama o kısmı ayrı. Zevk için yazıyoruz, bu işten para kazanıp yatlar katlar almak gibi hayalimiz de yok. Ayrıca blog para kazandırmıyor diye yazmayı terk edene de rastlamadım. 

Tüm bu zevk ve hobi meselesinden özgün blogların yazılarını istediğiniz gibi kopyalayıp kendi site/blogunuzda kullanabilirsiniz sonucu çıkmaz. Bunu yapanlar varmış, yapmasınlar. Hatta blogdaki makaleyi bırakın komple blogu klonlayanlar varmış. Bu yazımda uyarmıştım hatırlarsanız. Bu durum iğrenç bir şey olsa da "benim yazımı nasıl çalarsın, pis hırsız" azarlarıyla muhatabınızı yerin dibine sokabiliyordunuz. 

Şimdi farklı bir şey yakaladım. Makale özgünleştirme diye bir şey. Yine sizin makaleniz kopyalanıyor ve yine hırsızın site ya da bloguna yapıştırılıyor ama bir farkla. Makalenizin içerisindeki bazı kelimeler anlam bütünlüğü bozulmayacak şekilde değiştirilerek. Böylece özgün bir yazı yayımlamış olacak.


Birileri üşenmemiş site kurmuş. Ben ilk gördüğümde yaklaşık 300 kelime hafızasıyla makalenizdeki kelimeleri hatta cümle sonlarındaki fiilleri otomatik değiştirebiliyordu. Ancak hayırseverin biri sever sistemin hafızasındaki kelimeleri sıfırlamış. Yine de siz sisteme değişmesini istediğiniz kelimeyi ve karşılığını yazarak kaydediyorsunuz. Örnek olması için kendi yazımdaki sadece dört kelimeyi değiştirerek özgünleştirdim. Elli kelimenin değiştiğini siz düşünün artık.

Bu sorunu nasıl çözeriz bilmiyorum ama ilk aklıma gelen eski yazılarınıza link vermek olacak. Umarım işe yarar.

Son söz olarak tekrar başa dönüyorum. Özgün blog yazmak zor azizim...

Sevgiler...

Özgün blog yazarı olmak vallahi zor. Hani yazmak zevktir hatta terapi gibi gelir insana ama o kısmı ayrı. Zevk için yazıyoruz, bu işten ...

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury


Kitap okumanın yasak olduğu bir toplum hayal edebilir misiniz? Yazar Ray Bradbury bunu 1951 yılında oldukça acımasız şekilde kurgulamış. 

İnsanların beyin yıkayıcı televizyon programlarını izlediği, düşünmenin ve kitap okumanın yasak olduğu gelecekteki bir toplumu konu alıyor hikaye. Toplumdaki itfaiye görevlileri yangın söndürmek yerine kitap yakmakta, itfaiye hortumlarından su yerine petrol akmaktadır.

Toplumun genel yapısının yanında hikaye itfaiyeci Guy Muntag' ın çevresinde özelleşiyor. 10 yıldır kitap yakan Montag işini iyi yapan ve amirleri tarafından sevilen biridir. Ancak günün birinde 17 yaşında hayatı sorgulayan genç bir kızla karşılaşır ve artık tüm hayatı değişir...

-İtfaiyecilerin uzun zaman önce kitapları yakmadığı ve ateşleri söndürdüğü doğru mu?
-”Ateşi söndürmek” mi? Kim söyledi bunu sana?
-Yaktığın kitapları hiç okumadın mı?

Hikayede aralara serpiştirilen mesajlarda kayda değerdi. Mesela televizyon programlarının edebiyatı öldürdüğü tespiti ayakta alkışlanacak türdendi.

Roman adını kağıdın tutuşma sıcaklığı olan 451 Fahrenheit'ten alıyormuş. Okuduktan sonra öğrendiğim bu bilgi acayip bir şekilde aydınlanmamı sağladı ve kitaba olan hayranlığımı artırdı. 

Son söz olarak kitabı blogunda şiddetle tavsiye ederek bende okuma isteği uyandıran Kitap Eylemi'ne teşekkür ederim. Sonrasında aynı şiddetli tavsiyeyi ben de size yapıyorum. Distopya türündeki bu kitabı, bu başyapıtı, bu şaheseri mutlaka okumalısınız.

Kitapla kalın...

Kitap okumanın yasak olduğu bir toplum hayal edebilir misiniz? Yazar Ray Bradbury bunu 1951 yılında oldukça acımasız şekilde kurgulamı...

Kehanetler Kitabı - Aytunç Altındal


Araştırmacı yazar Aytunç Altındal'ı tv programlarında, özellikle illüminati benzeri gizemli açıklamalarıyla tanımıştım. Ancak ilk kez bir kitabını okudum. 

Türk İmparatorluğunun Yıkılışına Dair kehanetlerin bulunduğu kitap 1423 de doğduğu bilinen Bizanslı tarihçi Nicalous Chalcocondyles tarafından el yazması olarak yazılmış. Bu el yazmasında 17 kehanet ve 28 Osmanlı tablosu bulunmaktaymış. Kitap daha sonraları Fransızcaya çevrilmiş.

Yazarımızın kitabı edinme hikayesi de bir hayli ilginç. 1976 yılında, Zürih' de bir Yahudi-Mason' un el altından kitabı sattığını öğrenir ve yunanlı alıcılardan çok daha fazla para ödeyerek alır. Aytunç Altındal aslında geleceği Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği inancında olmasına rağmen o tarihteki öngörüleri merak eder. Ayrıca yazar havas ilmiyle kitapta geçen kehanetleri değerlendirme sürecinden geçirir.

Kehanetlerde geçen ve Osmanlı İmparatorluğunun içeriden çökeceği, sonrasında kurulan Türk imparatorluğunun 11. prensinin isminin 11 harfli olacağı (Abdullah Gül), 11. prens döneminde imparatorlukta büyük sarsıntılar yaşanacağı ve çökme sürecine gireceği öngörüleri birçok kişi tarafından hayretle karşılanmış.    



Yukarıda kitabın ilk figürünü görüyorsunuz. İşte buna benzer 16 tane daha figür, figürün epigramı, orijinal dildeki açıklaması ve Türkçe açıklaması bulunuyor. Bu figürden nasıl böyle bir açıklama çıkar konusunu anlayamasam da okurken zevk aldım.

İkinci bölümde ise Osmanlı tebaasının ve saray çalışanlarının kıyafetleri ve görevleri değerlendirilmiş.


Kitap içerik olarak günümüzden geriye bakıldığında sıradan gibi durabilir ancak yazıldığı dönem göz önüne alındığında oldukça etkileyici. Ayrıca okuru yormayan, sayfaları hızlıca çevireceğiniz bir kitap. Kehanet ve gizem meraklılarının severek okuyacağını düşünüyorum.

Hepinize bol kitaplı günler dilerim. 

Araştırmacı yazar Aytunç Altındal'ı tv programlarında, özellikle illüminati benzeri gizemli açıklamalarıyla tanımıştım. Ancak ilk ...

Siddhartha - Herman Hesse


Kitap, blog sözlük okuma grubunun 19. kitabı olarak karşıma çıktı. 

Kitabı bitirdikten sonra bakındığım internet sitelerinden anladığım kadarıyla Siddhartha Guatama isimli birinin hayatını konu alıyormuş. Siddhartha Guatama nam-ı diğer Guatama Budha, Budizmin kurucusu oluyormuş ve oldukça kutsal bir kişilikmiş. Doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmemekle birlikte milattan önce 563- 483 yılları arasında yaşadığı tahmin ediliyormuş. Prens olarak başladığı hayatına saraydan uzakta kendini arayarak geçirmiş. 

Siddhartha, Kapilavustu şehrinde hüküm süren Sakya hanedanına mensuptur. Babası Suddhodana kendinden sonra oğlu Siddhartha'nın kral olmasını istemektedir. Ancak Siddhartha babasının tüm karşı çıkmalarına rağmen kendini arama yolculuğuna çıkar. Bu yolculuk sırasında bir çok öğreticiyle karşılaşır. Bedeni ihtiyaçlarını sıfırlamayı öğrenir. Sonrasında gelen ani değişimle tamamen nefsini doyurmaya odaklanır ve bu yaşantısından çok sonraları öğreneceği bir oğlu olur. Sonrasında gelen dinginlikle tekrar inzivaya çekilir...

Roman olarak okuduğum kitabın aslında biyografi olduğunu yukarıda bahsettiğim bilgi kırıntılarından anladım. Haliyle hayal ürünü sandığım Sidharta'nın hayatının aslında yaşanmış olduğunu öğrenmek, kitabın etkileyiciliğini fazlasıyla artırdı.

Belki garip bir benzerlik olacak ama Mevlana ile Şems-i Tebrizi'nin  çıktığı yolculukta da bedeni ihtiyaçları en aza indirmek vardı. Demek ki ruhu eğitmenin ilk kuralı bedeni dizginlemekten geçiyor.

Sonuç olarak, kendini ve mutluluğu arayan bir prensin biyografisi sizleri de fazlasıyla etkileyecektir.

Sevgiyle kalın.

Kitap, blog sözlük okuma grubunun 19. kitabı olarak karşıma çıktı.  Kitabı bitirdikten sonra bakındığım internet sitelerinden anla...

Kum ve Köpük - Halil Cibran


Halil Cibran ile daha öncesinde Fırtınalar kitabı ile tanışmıştım aslında. Fırtınalar kitabının ilk bölümündeki biyografisinde anlatıldığı kadarıyla saygı duyulacak zor bir yaşam sürmesine karşılık, Osmanlı'ya karşı yaptığı çalışmalarla ben de antipati uyandırmıştı. 

Bu tarihte kalan antipatikliği bir kenara bırakıp, Kum ve Köpük' ün içinde neler varmış merakıyla çevirdim sayfaları. Hikaye beklerken aforizmalarla karşılaştım. Hani şu twitter gibi, birbirinden bağımsız ve alakasız tespitlerin oluşturduğu cümlelerden oluşuyor. 

Ben e-kitap olarak okudum ve sadece 33 sayfaydı ama basılı haliyle 158 sayfadan oluşuyormuş sanırım.  İçerik olarak aşk yoğunlukta olmakla beraber hayatın her alanına dair tespitler var.

Otobüste, dolmuşta, yurtta, evde, yatarak, oturarak hatta amuda kalkarak bile yorulmadan okuyabileceğiniz bir kitap...

Sevgiyle ve bol kitapla kalın...

Halil Cibran ile daha öncesinde Fırtınalar kitabı ile tanışmıştım aslında. Fırtınalar kitabının ilk bölümündeki biyografisinde anlatı...

Leyla'nın Evi - Zülfü Livaneli


Leyla aslında Osmanlı paşası torunudur. Annesi savaş yıllarında işgalci bir İngiliz subayına aşık olur ve bu yasak aşktan hamile kalır. Hamileliği sırasında İngiliz subay düştüğü pusuda öldürülür. Sevdiğini kaybeden Leyla'nın annesi kendi canına kıymak ister ama karnındaki çocuğu düşünerek vazgeçer. Leyla'yı dünyaya getirdikten sonra da hayata veda eder.

Leyla her ne kadar paşa torunu olsa da yasak aşkın gayri meşru çocuğudur. Bu nedenle aile yadigarı köşkün bahçesindeki küçük evde yaşamaya mahkum olur. Köşk el değiştirse de kimse bahçedeki küçük evin sahibine dokunmaz. Ta ki sonradan görme zenginler köşkü satın alana kadar. Ömrünü uşaklık yaparak geçiren Ali Yekta beyin oğlu Ömer köşkü satın almış, bağlantılarını kullanarak Leyla için akıl sağlığı yerinde değildir raporu alarak onu kapı dışarı atmıştır. Mahallenin gençlerinden olan ve tam zamanlı gazeteci olmaya çalışan Yusuf olayı duyar duymaz haberleştirmek için gelir. Bir zamanlar hayranlıkla izlediği kadın sokakta kalmıştır. Onu yanına alarak fakirhanesine götürür. Ancak Yusuf'un beraber yaşadığı Almancı kızı Rukiye bu duruma çok sinirlenir. 

Ali Yekta bey ise artık bambaşka bir hayata atılacağı beklentisindedir. Ömrünü uşak olarak geçirse de hayat ona gülmüştür. Oğlu Ömer'e uzun uzun evdeki hizmetçilere nasıl davranması gerektiğini ve nasıl asil olunabileceğini anlatır. Ancak bilmediği bir şey vardır. Gelini Ali Yekta beyi köşkte istememektedir. 

Almancı kızı Rukiye de kimlik bunalımındadır. Sahne adı olarak Roxy' i kullanarak İstanbul barlarında sahne alan grubun solistliğini yapmaktadır. Yusuf ile beraber yaşamaktadır ve maddi olarak zordadır. Leyla'nın da o eve gelmesiyle durum iyice zorlaşacaktır. Ancak hamile kalmasıyla her şey bir anda değişir.

Blog Sözlük Kitap Okuma Grubunun 18. kitabı ve benim de okuduğum ilk Zülfü Livaneli kitabı. Bu nedenle yazarın tarzı böyle midir bilemiyorum. Ama hikayede olay örgüsü fazlasıyla arka planda. Karakterler ise dosta dert yanar gibi yanıbaşınızda. Bütün karakterlerle rahatlıkla empati kurabiliyorsunuz. Asaletle basitlik, vakur duruşla sonradan görmelik ancak bu kadar güzel karşılaştırılabilirdi.

Severek okuyacağınız kitaplardan.

Keyifli okumalar...

Leyla aslında Osmanlı paşası torunudur. Annesi savaş yıllarında işgalci bir İngiliz subayına aşık olur ve bu yasak aşktan hamile kalır...

Üç Aynalı Kırk Oda - Murathan Mungan


Lal Masallar kitabı ile tanıştığım Murathan Mungan yolculuğumu derinleştirme isteğiyle okudum Üç Aynalı Kırk Oda' yı. Çevresel etkilerden uzaklaşıp yazarı kendimce değerlendirme isteğiyle hiç bir araştırma yapmadan seçtim romanı. 

Kitap bir çok internet sitesinde "bir insanın Alice, Aliye ve Ali karakterlerine bölünmüş müthiş hikayesi" olarak tanımlansa da aynı bağlantıyı kurduğumu söyleyemem. Bana göre birbirinden bağımsız ama aynı duyguyu arayan, üç farklı dünya insanını konu olan üç güzel hikayeden oluşuyor.

Alice (Alis) Harikalar Diyarında

Alice, bir zamanlar porno filmlerde oynamış ancak sonrasında büyük hayran kitlesine ulaşmış ve büyük bir star olmuştur.  Bir gün sahnede konser verirken uzaylılar tarafından kaçırılır. Kaçıran uzaylı tüm dünyanın televizyon sistemlerine girerek uzun zamandır dünyayı dışarıdan gözlemlediklerini ve Alice'ye aşık olduğunu açıklar. Uzaylı uzun zaman önce Urfa'da yaşadığı dönemde yöre halkından öğrenmiştir kız kaçırmayı. Sevdiğin kıza kavuşma şansın yoksa kaçırırsın düsturuyla kaçırılmıştır Alice. Alice' nin menajerinin gözünde dolar işareti belirirken, dünya insanlarının kafası karışır. Uzaylıların bile aşık olduğu bir canlı olmanın gururuyla, bundan sonra her uzaylı istediği insanı kaçırırsa endişesi arasında bocalar zehir gibi çalışan kafalar. Alice ise hayatı boyunca eksikliğini hissettiği gerçek aşkı bir uzaylı da bularak tüm hücreleriyle yaşamaya başlar....

Aynalı Pastane

Aliye kenar mahallelerde bulunan küçük sıradan bir pastanede çalışmaktadır. Birbirini süzen gençler ve afra tafralarıyla dikkatleri üzerine toplamaya çalışan kokanalar. Her gün bir öncekinin tekrarı. Aliye parasızlıktan yeni elbiseler alamaz, istediğini yapamaz. Hayat her geçen gün biraz daha anlamsızlaşır. Sıradanlaşan günlerinin birinde Müştik ile tanışır. Müştik aseksüel bir pezevenktir. Aliye ile uzun uzun konuşmalar yapar. Ömrünün iki üç yılını feda ederek hayatını kurtarabileceğini anlatır. Yazar burada Müştik'i öyle güzel konuşturur ki insanın işi gücü bırakıp fahişe olası gelir. Doğal olarak Aliye' de bu yolu dener. Artık maddi sıkıntısı kalmamıştır ama içini kaplayan bir eksiklik giderek büyümektedir...

Gece Elbisesi

Ali ailenin en küçük ve tek oğludur. Annesi İstanbullu olmasına rağmen baba tarafı Mardinlidir ve Mardin de yaşamaktadır. Erkek çocuk olmanın tüm ayrıcalığından faydalanmaktadır. El üstünde tutulmaktadır. Ancak diğer çocuklarla oynadığı tüm oyunlarda kadın olmayı tercih etmektedir. Ayrıca Ali'nin cinsel tercihleri bununla da sınırlı değildir ve sapkınlıklara varan hayaller kurmaktadır. Anne durumu fark eder, falcılara bile gider...

Son söz: Yazarın okuduğum ikinci kitabı. Lal masallar kitabına göre daha cinsel içerikli ve sansürsüz. Hikaye örgüleri her iki kitapta da oldukça etkileyici. Ama bu kitap için şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hikayeler ağır başlıyor ve hiç bir şey olmayacakmış gibi giderken aniden girdabın içine sürüklüyor. Sizi alıp götürüyor. Yazarın zaman zaman sokak ağzı, ağır ve sansürsüz cinsellik anlatımları okuru daha da şaşırtıyor. Aslında küfür de olsa uzatmadan, eveleyip gevelemeden yapılan doğrudan anlatım amaca kolayca ulaşmayı sağlıyor. Bunu yanında kitabı yakın çevrenize tavsiye etme konusunda da soru işaretleri oluşturuyor.

Keyifli okumalar... 

Lal Masallar kitabı ile tanıştığım Murathan Mungan yolculuğumu derinleştirme isteğiyle okudum Üç Aynalı Kırk Oda ' yı. Çevresel e...

Westworld


Yakışıklı çocuk ve güzel kız etrafında çeşitlendirilmiş aşk dizilerinden sıkılanlar, farklı bir arayış içinde olanlar ve bilim kurgu severler doğru adrestesiniz.  İzlemekten zevk duyacağınız dizinin adı Westworld.

Westworld, batı dünyası anlamına geliyor. Aslında 1973 yılında bilim kurgu dalında film olarak yayımlanmış, sonra bir kaç kez dizi olarak denemiş ama tutmamış. Ekim 2016' dan itibaren HBO kanalında yayımlandıktan sonra izleyicinin dikkatini çekmeyi başarmış. İlk sezon 10 bölümden oluşuyor ve her bölüm yaklaşık 1 saatten oluşuyor. 2. sezonun ise 2018'de yayımlanması planlanıyor.


Dizi yapay zeka üzerinde çalışan bir şirketin insanlara sınırsız özgürlük sunması üzerine kurgulanmış. Şirket, yapay zekaya sahip ürettiği insan ve hayvan şeklindeki robotlarla vahşi batı benzeri sanal gerçeklik oluşturur. Robotlar tavır, davranış ve olaylara verdikleri tepkilerle insandan ayırt edilemez. Gerçek dünyanın zenginleri ise ödedikleri ücret karşılığında vahşi batıya konuk olurlar. Sınırsız özgürlükle istedikleri canlıya istediklerini yapabilirler.


Şirket zamanla daha çok kazanmak için sanal gerçeklik içindeki robotları her müşterisi için kullanmaya başlar. Yani şeklen kadına benzettiği robotun zeka, sinirlilik gibi temel özelliklerini belirledikten sonra ona bir rol belirler. Temel karakteristik özellikleri belirlenen bu robot, şirketin belirlediği her senaryoda kullanılır. Böylece şirket, robotun yazılımını tamamen yenilemek yerine hafızasını silerek ona yeni rol belirler.  Böylece bir olayda ev kadını olan robot farklı bir olay kurgusunda fahişe rolüne atanır. Ancak bu süreç tekrarlandıkça bazı robotlar silinen geçmişlerini hatırlamaya başlar.


Dizi, bilim kurgu türünde olmasına rağmen oldukça gerçekçi. Mesela birden canavara dönüşen insan robotlarla karşılaşmıyorsunuz. Aslında dikkatli bir izleyiciyseniz paralel evrenin nasıl olabileceği veya yaşamsal tecrübelere dayanan konularda da çıkarımlarda bulunabilirsiniz.

Dizi konusunun yanında sergilenen oyunculuklarla da fazlasıyla dikkatimi çekti. Özellikle oyuncuların duygu geçişleri çok etkileyici. Spoiller vermemek için kaçındığım bir sürü sürprizle dolu.

Yabancı dizi izlemeyi sevenlerdenseniz listenizin ilk sırasına almalısınız.

Keyifli seyirler dilerim.

Yakışıklı çocuk ve güzel kız etrafında çeşitlendirilmiş aşk dizilerinden sıkılanlar, farklı bir arayış içinde olanlar ve bilim kurgu se...

Yayınları Toplu Etiketleme veya Etiket Silme

Gerek tema değişikliği nedeniyle gerekse yılların verdiği birikimleri okuyucuya daha kategorize şekilde sunma arzusu nedeniyle etiketleri yeniden düzenleme isteği ortaya çıkabilir. Mesela yıllardır okuduğum kitapları "Kitap" etiketi altında toplamıştım. Ama blogumda yaptığım son değişikliklerle beraber bunu "Türk Edebiyatı ve Dünya Edebiyatı" olarak alt kategorilere ayırma isteği duydum. Keşke bu güne kadar çok daha fazla kitap paylaşımım olmuş olsaydı da "Polisiye, Felsefe, Siyasi, Bilim-Kurgu vb." alt kategorilere bölmüş olsaydım. Neyse...

Kitap etiketine sahip yayınları düzenlemek isterken bloggerin az bilinen bu özelliğiyle karşılaştım. Yoksa tüm yayınları açarak tekrar etiket düzenlemesi yapacaktım. Anlatıyorum.


Yukarıda gördüğünüz kayıt sayfasının sağ tarafta bulunan bölümünden düzenlemek istediğimiz etikete sahip yayınları seçiyoruz. İsterseniz etiket seçmeden düzenlemek istediğiniz yayınlarınızı tüm yayınlarınızın arasından da seçebilirsiniz.


Öncelikle düzenlemek istediğimiz yayınlarımızın sol tarafına tik koyuyoruz. Sonra üst kısımdan etiket işaretine tıklayarak menünün açılmasını sağlıyoruz. Seçtiğiniz yayınlarınıza daha önce kullanmadığınız bir etiket ekleyecekseniz, "Yeni etiket..." yazan yere tıklayarak açılan küçük pencereye etiketimizi yazarak onaylıyoruz. Eğer yayınımıza daha önce kullanmış olduğumuz bir etiketi ekleyeceksek listeden o etiketi bularak seçiyoruz. Yine seçtiğimiz yayınların tümünde bulunan bir etiketi iptal edeceksek yine listeden o etiketi bularak seçiyoruz.

Umarım anlatabilmişimdir. Keyifli bloglamalar.

Not: Son dönemde ana sayfada daha fazla yayın gösterme amacıyla yeni tema arayışı içine girdim. Bu süreçte, tema düzenlerken blogumda saçma sapan görüntülerle karşılaşmamışsınızdır umarım. Rahatsızlık verdiysem de kusura bakmayın. Bir de bana logo ayalasanız süper olur :)

Sevgiyle kalın

Gerek tema değişikliği nedeniyle gerekse yılların verdiği birikimleri okuyucuya daha kategorize şekilde sunma arzusu nedeniyle etiketleri ...

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu - Stefan Zweig


Bir kadın var odanın içinde. Yanında ölü çocuğu yatmakta. Birazdan kendisininde öleceğini anlıyoruz mektuba başlarken. Son anında, yalansız ve tüm yalınlığıyla hayatını kağıda yazarak mektup gönderiyor benliğini adadığı adama. 

Daha çocuk denecek yaşta, yeni taşınan karşı komşusunu sevmiş. O'nun için her şeyini feda etmiş. Çapkın adamın tek gecelik sevgililerinden olmuş, hem de üç kez. Adamdan habersiz bir evladı bile olmuş...

Herkes için herkes olmak önemli değildir ama O' nun için herkes olmak acı verir insana. Stefan Zweig 55 sayfadan oluşan bu kısacık öyküsünde, biri için herkes olmaktan ileriye geçemeyen meçhul kadının mektubunu okutuyor bize. 

Kitabı önce Bir Tutam Karınca'nın blogunda tavsiye ettiği öyküler arasında gördüm. Sonrasında ise Senden Benden Bizden'in blogunda yazdığı inceleme yazısında gördüm ve okumaya karar verdim. Siz de ilk kez bu sayfada gördüyseniz okuma listenize almalısınız. Konu etkileyici, yazım dili akıcı. Okumaya başladığınız gün bitireceğinizden eminim.  

Sevgiyle kalın...

Bir kadın var odanın içinde. Yanında ölü çocuğu yatmakta. Birazdan kendisininde öleceğini anlıyoruz mektuba başlarken. Son anında, yal...

Kanlı Yarış - Blood Drive (+18)


Tamamıyla vahşet üzerine kurgulanmış distopya türünde bir dizi izlemeye var mısınız? Ama diziden bahsetmeden önce bol vahşet içeren dizi ve filmleri izlemekten hoşlanmıyorsanız ya da bu tarz şeyleri bünyeniz kaldırmıyorsa aman diyeyim bulaşmayın.

Dizi Haziran 2017 tarihinden itibaren Skfy kanalında yayımlanmaya başlanmış. 1. Sezon için 11 bölüm çekilmiş ve her bölüm 40-45 dk arasında. Biraz bilim kurgu, biraz fantastik biraz da doğa üstülük içeriyor. Afişte gördüğünüz baş rol oyuncularından Grace' ın (Christina Ochoa) fıstık gibi, Arthur Bailey'in (Alan Ritchson) de erik gibi kütür kütür olması siz de gençlik dizisi algısı oluşturmasın. İğrençlikle harmanlanmış vahşeti izlerken yaşayacağınız mide bulantısından dolayı hiç bir güzellikten etkilenmeyeceğinizden eminim. 


Vahşetin ana temayı oluşturduğu diziyi sayfamda paylaşmamın nedeni ise konusu. Yaşanan doğal felaketler nedeniyle dünya artık yaşanılamayacak bir yer haline dönüşmüştür. Kesimi yapılacak hayvan kalmamış, içme suyu tükenmiş ve petrol fiyatları artık insanların alamayacağı seviyelere ulaşmıştır. Los Angeles' de bir grup, insan kanıyla çalışan arabalar üretmiş ve 10 milyon dolar ödüllü yarış için en cani yarışçıları bir araya getirmiştir. Yarışı kazanmak için iyi araç kullanmak yetmeyecek, araçlarına yakıt bulmak zorunda da kalacaklardır.


Bu karmaşanın içinde büyüyen bir şirkette dikkat çeker; Heart Girişimcilik. Polis teşkilatından tutun da çikolata paketlerinin üzerine kadar her yerde armaları görülmektedir. 

Dizi de başrol oyuncularımız her bölüm farklı bir maceraya atılırlar. Bu yönüyle biraz Arka Sokaklar havası var. Görseller, özellikle de araç motorları ve kanlı sahneler oldukça iyi. Oyunculuklar sıradan ama kurgu ve dizinin süresi bölümün hemen bitmesine neden oluyor.  İlginç bir şekilde bir sonraki bölümü izleme isteği duyuyorsunuz. 

İyi eğlenceler.

Tamamıyla vahşet üzerine kurgulanmış distopya türünde bir dizi izlemeye var mısınız? Ama diziden bahsetmeden önce bol vahşet içeren di...

Öp O Kurbağayı - Brian Tracy


Ben kişisel gelişim kitaplarından uzak durmaya çalıştıkça onlar nasıl oluyorsa evimin içine girmeyi başarıyorlar. Başımı çevirdikçe gözümün önüne geliyorlar. Ön yargılarım var kardeşim, önüme duvar çekerek okuyorum bu tür kitapları. Bana gaz verip sokağa salmasını engellemeye çalışarak sayfalarını çeviriyorum. Neyse...

Kurbağa prens masalını bilmeyen yoktur sanırım ama yine de küçük bir hatırlatma yapalım. Beyaz atlı prensini arayan prenses göl kenarında gezerken kötü büyücünün kurbağaya çevirdiği prensle karşılaşır. Kurbağa prensese yalvar yakar kendisinin prens olduğunu anlatır. Prenses tüm cesaretini toplayarak o iğrenç kurbağayı dudağından öperek tekrar prensese çevirir ve mutlu mesut yaşayıp giderler. Evet konumuz cesaret...

Her ne kadar kişisel gelişim kitaplarına karşı ön yargılarım olsa da kitapta kayda değer bulduğum bir kaç konuyu buraya aktarmadan geçmemeliyim. Geçmişinizi, ebeveynlerinizi ve kendinizi affedin. Kin beslemeyin, kıskançlık yapmayın. Kötü bir şeyle karşılaşınca sorumluluğu üzerinize alın, hemen savunmaya ya da suçlamaya geçmeyin. Hayal kurun, geleceğinizi planlayın. Bu gün harcamayla bitiremeyecek kadar paranız olsa ne yapardınız? sorusunu cevaplayın. Gelecekte kendinizi nerede görmek istediğinizi hayal edin. Cesur olup kaybetmekten korkmayın. Bu arada kaybetme korkusu ölüm korkusundan bile daha önde geliyormuş.

Sevgiyle kalın...

Ben kişisel gelişim kitaplarından uzak durmaya çalıştıkça onlar nasıl oluyorsa evimin içine girmeyi başarıyorlar. Başımı çevirdikçe gö...

Bir İdam Mahkumunun Son Günü - Victor Hugo


Bir İdam Mahkumunun Son Günü, Blog Sözlük Okuma Grubunun 16. kitabı. Grubun kitap seçkilerini kim yapıyor bilmiyorum ama gerçekten etkileyici kitapları listeliyorlar. Eğer sizin de hali hazırda kitap okuma listeniz bulunmuyorsa grubun listesini rahatlıkla takip edebilirsiniz. Pişman olmazsınız.

Victor Hugo kitabı 26 yaşında yazmış. Yazar 1829 yılındaki ilk basımına kendi ismini kullanmadan kısa bir ön söz yazarken 1832 yılındaki ikinci basımına uzunca bir ön söz yazarak idam cezasının neden olmaması gerektiğini anlatmış. 

Kitabı üç bölümde irdelemek mümkün. Ön söz kısmı, bir grup insanın toplanarak kitabın etkisinden ve zararından bahsettiği tiyatral bölüm ve bir idam mahkumunun idama giden sürecini okuduğumuz günlüğü.

Günlükten önce Bir Trajediyi Konu Alan Komedi başlığını taşıyan tiyatral bir bölüm bizi karşılar. Madam De Blinval, Şövalye, Ergaste, İçli bir şair, Bir filozof, Bir şişman adam, Bir zayıf adam, Kadınlar, Bir uşak, Birisi ve Genç kadın kendi aralarında kitabın ne kadar etkileyici ve zararlı olduğu hakkında konuşurlar. Aslında değerlendirmeleri çok yüzeysel ve cahilcedir. Ancak bu bölümü okurken bir an önce Bir Adam Mahkumunun Son Günü kitabını okuma isteği duyuyorsunuz. 

Kitabın asıl vurucu kısmı ise idam mahkumunun günlüğünü okuduğumuz kısım. İsmini ve suçunu bilmediğimiz bir mahkum mahkemede kürek cezası beklerken idamla cezalandırılır. Mahkum bu andan idamına kadar yaşadığı her şeyi yazar. Gardiyanların kendisine iyi davranmasından, papazın babacanlığından, son anda gelebilecek affedilme beklentisinden, bir fırsatını bulup kaçma isteğinden, kendisinin ölümünden sonra annesinin, eşinin ve kızının neler yaşayabileceğinden bahseder. Son ana kadar kurtulma ümidini hep korur.

Kitap 136 sayfadan oluşuyor ama çok etkili. Yazarın olayı birinci tekil şahısla yani ben yaşıyorum anlatımı insanın içine işliyor. Ve bu türde yazılan ilk roman özelliğini de taşıyor. Özetle, mutlaka okumalısınız.

Son Söz: Yazar ikinci basımındaki ön sözünde uzun uzun neden idam cezasının kalkması gerektiğinden bahsediyor. En önemli açıklaması ise idamın gerekçesi olamayacağıdır. Yani idam intikam için yapılıyorsa, intikam insanlığa yakışmayan bir duygudur ve ilkelcedir. Eğer idam ceza vermek için yapılıyorsa da cezayı sadece yaratıcı vermelidir. Ayrıca yazar devletlerin idam cezasını halkın içinde yapmayıp ya da sabahın erken saatlerinde kimse yokken yapmasını kötü bir iş yapan insanın gizliliğine benzetir. Yani devlet aslında idam cezasını uygularken hissettiği utançtan dolayı bu işi gizlice yapmaktadır. 

Benim açımdan çok karışık bir konu. Victor Hugo'nun taa o tarihlerdeki sunduğu gerekçeler halen güncelliğini koruyor. Bunun yanında mahkemelerin verebileceği yanlış hükmün idam cezasında düzeltilme şansı da kalmıyor. Üstelik ceza hukukunun amacı insanı ıslah etmek yani topluma kazandırmaktır. Bu açıdan bakıldığında da idamın ıslah etmek gibi bir amacı olmadığı görülüyor. Ama 10 günlük erkek bebeğe tecavüz eden ya da hiç bir şeyden haberi olmayan halkın arasına bomba koyan canilerle de aynı havayı solumak istemiyorum. 

Sevgiyle kalın...

Bir İdam Mahkumunun Son Günü , Blog Sözlük Okuma Grubunun 16. kitabı. Grubun kitap seçkilerini kim yapıyor bilmiyorum ama gerçekten et...

Bin Hüzünlü Haz - Hasan Ali Toptaş


Bazı yazarlar olayları bazıları ise duyguları anlatır. Hasan Ali Toptaş duyguları anlatmayı seçenlerden. 

Yolda yürürken, parkta gezinirken ya da bir bankta otururken gördükleriyle sizi çok uzaklara götürebilir. Bu yolculuk kimi zaman zihinsel kimi zamanda duygusal araçlarla yapılır. Sayfaları çevirirken takım elbiseli adamın, oynayan çocukların, ayakkabı boyacısının, çöp toplayıcısının ya da eli yüzü kir içindeki dilencinin iç dünyasına girer, neler yaşadıklarını hayal edebilirsiniz. Ya da zar zor ayakta durmaya çalışan köhne bir gecekondunun yerinde yıllaaar yıllar önce hangi büyük komutanların, hangi cesur savaşçıların neler için can verdiğini düşünür de şaşar kalırsınız. Ve her şey bir anda anlamsızlaşıverir.  Yazar olay anlatmaz. Bir şeyler yaşanır gibidir, Alaaddin isimli biri aranır gibidir ama çok silik. Aynı anlatıdaki karakterler gibi. Var gibi ama aslında yok. Gerçeklerle hayali, duygularla düşünceleri iç içe geçmiş yalnızlığın zihninde yolculuktur aslında yapılan.

Kitap okumanın da zamanı olduğuna inananlardanım. Okuduğunuz kitabın etkisi sizin hazır olduğunuz kadardır. Öncesinde edindiğiniz okuma alışkanlıklarınız, bilgi ve birikiminizin yanında o anki duygusal durumunuzun da kitaba hazır olması gerekir. Eğer bu senkronizasyonu sağlayabilirseniz "yeme de yanında yat" mükemmelliğine erişebilirsiniz.

Duygusal bir yolculuğa çıkacak hazırlıkta olmamama rağmen Hasan Ali Toptaş ile tanışmış olmak için okudum kitabı. Okurken sıkılmadım. Akıcı bir dili var. Duygusal ve düşünsel yolculuklar da olabildiğince öğretici.

Keyifli okumalar.   

Bazı yazarlar olayları bazıları ise duyguları anlatır. Hasan Ali Toptaş duyguları anlatmayı seçenlerden.  Yolda yürürken, parkta g...