Adalet - The Equalizer

Geçen hafta sonu izlediğim ve blogumda paylaşmaya değer bulduğum ancak fırsat bulup da paylaşamadığım filmi şimdi buraya bırakıyorum. Soğuk kış günü dışarılarda gezmek yerine  evde film keyfi yapmayı sevenlerdenseniz aşağılara doğru akabilirsiniz.


The Equalizer 2014 yılı Amerikan yapımı, aksiyon, suç, gerilim türünde bir film. Kelime olarak dengeleyici anlamına gelse de ülkemizde Adalet ismiyle gösterime girmiş. 

Baş rolümüz afişte resmini gördüğümüz abimiz Denzel Washington. Gerçekten güzel filmlere imza atıyor ve oyunculuğuyla şapka çıkartıyor.

Konu olarak geçmişi meçhul Robert (Denzel Washington) depoda çalışarak sakin bir yaşam sürme gayretindedir. Her akşam aynı kafeye giderek her insanın okuması gereken 100 eseri okumaktadır. Burada sürekli karşılaştığı genç fahişeyle arkadaş olur. Sıradanlaşan akşamların birinde genç kızımızı çalıştıran rus mafyası ona kötü davranır ve kız ertesi gün hastanelik olur. Robert kızı satın almak için rus mafyasının mekanına gider ve 9800 dolar karşılığında kızın özgür kalmasını ister. Adamlar Robertle dalga geçerler. Olacak şey mi? Robert hemen oracıkta eli silahlı, bıçaklı ızbandut gibi beş adamın leşini yere serer. Ancak işler iyice sarpa sarar...


Seyir zevkinizi kaçırmamak için filmin anlatımını kısa kestim ama birazda verdiği mesajlar üzerinde duralım. Özellikle rus mafyasının en alt seviyesinden patronuna kadar neredeyse tüm elemanlarının vücudu dövme ile doluydu. Kamera sık sık bu dövmeleri zumladı. Burada subliminal bir mesaj var mıdır bilemiyorum, daha doğrusu ben anlayamamış olabilirim. Bunun yanında iyi yetişmiş emekli bir amerikalının bile tüm rus mafyasını hem aklıyla hem de yetenekleriyle dize getirebileceği kanıksattırıldı. Bir de iyi amerikalının adalet duygusunun gelişmişliğini ve adalet için varını yoğunu ortaya koymasını imrenerek izledim. Anlayın artık.


Filmin alt mesajlarını yan tarafa kaydırarak biraz da macera kısmına dem vuralım. Öyle uçaktan uçağa atlamaların olmaması ve aksiyonların akla mantığa uygun olması takdire şayandı. Evet abartısız aksiyon olmaz ama sınırsız abartı da çok saçma değil mi sizce de... Ailece izlemeyi düşünenler için de hiç sevişme sahnesi olmadığı ancak kısa kısa bir kaç gece kulübü sahnesi olduğu dipnotunu düşelim.

Sonuç olarak sıkılmadan geçirebileceğiniz 2 saatlik bir film. Beğeneceğinizi umuyorum.

Keyifli seyirler.

Geçen hafta sonu izlediğim ve blogumda paylaşmaya değer bulduğum ancak fırsat bulup da paylaşamadığım filmi şimdi buraya bırakıyorum. Soğu...

Genç Werther'in Acıları - Goethe


Mektup Roman diye bir tür duymadıysanız size biraz artistlik yapayım. Nasıl oluyor biliyor musunuz? Klasik roman gibi değil. Bir anlatıcı yok. Olayları yaşayan, birine mektup yazarak başından geçenleri anlatıyor hepsi bu. Böylece okur ilk elden dinleyici durumuna düşüyor ve olayın aslını muhatabından öğreniyor. 

Şaka bir yana, daha önce karşılıklı mektuplaşmalardan oluşan roman okumuştum ama bunun bir edebi tür olduğunu yeni duydum ve acayip hoşuma gitti. Çünkü öncesinde yazarın yaşananları mı yoksa roman kahramanlarının hissettiklerini mi anlattığı üzerine yoğunlaşıyordum. Yani ister olay olsun ister duygu hep bir dış ses olabildiğince objektif bir şekilde anlatıyordu. Ama bunun yerine yazarın hikayeyi kendi başından geçmiş gibi kurgulaması ve okurun karşı tarafın hissettiklerinden habersiz olması... Fazlasıyla subjektif ve gerçekçi.

Neyse lafı fazla uzatmadan blog sözlük kitap okuma grubunun 21. kitabından da bahsedeyim. Goethe, Genç Werther'in Acılarını 1774 yılında ve daha 25 yaşındayken yazmış. Kitap Mektup Roman türünde.  Hikayemiz hali vakti yerinde bir genç olan Werther'in, kent yaşamından sıkılıp yerleştiği kırsal kesimde gördüğü Lotte'ye olan aşkını anlatır. Tüm anlatıyı Werther'in gerçek mi yoksa hayali mi olduğu tam anlaşılamayan Wilhelm isimli arkadaşına yazdığı mektuplardan okuyoruz. Bana kalırsa anlatıya mektup demektense günlük demek daha doğru. Çünkü bölümler hem kısa, hem direk konuya giriyor hem de mektup formatında olması gereken "siz nasılsınızlar" filan yok. Lakin onca eleştirmen mektup demişken bize daha fazla söz düşmez. 

Tek taraflı yazılan mektuplardan anladığımız kadarıyla Werther, bir yerde gördüğü Lotte'ye aşık olur. Aslında aşkına da karşılık bulur ama Lotte bir başkasıyla sözlüdür ve söz her şeyden önemlidir. Olsun, Werther aşkına kavuşma umudunu hep korur. Ta ki Lotte sözlüsüyle evlenene kadar. Sonrası intihar.


Romanı yüzeysel okursanız kavuşulamayan aşkın ızdırabını, umudunu görürsünüz. "Sen beni sevdiğin için ben kendime hayrandım" lafının hikayenin içinden kalbinize saplandığını hissedersiniz. Ama satır aralarına girip ayrıntıları yakalayabilirseniz, sınıf ayrımından tutun da hayatta kendiniz olabilmenin önemini, özgürlüğü ve sanatın ne için yapılması gerektiği gibi derin konuları bulabilirsiniz. 

Bu dünya klasiğini severek okuyabileceğinizi düşünüyorum.

Sevgiyle kalın... 

Mektup Roman diye bir tür duymadıysanız size biraz artistlik yapayım. Nasıl oluyor biliyor musunuz? Klasik roman gibi değil. Bir anlat...

Mülksüzler - Ursula K. Le Guin


Mülksüzler, Kitap Eylemi blogunun distopik kitaplar listesinde ilk sırada bulunuyormuş. Yani Eylem hanımın şiddetli tavsiyesi üzerine okuma listeme girenlerden.

Roman genel anlamda bilim kurgu olarak tanımlansa da fazlasıyla devlet yönetim şekillerine yönelik tanımlamalar ve eleştiriler içeriyor. Bu anlamda ideal dünya modeli arayışı içerisinde distopik bir dünya yaşamını da gözler önüne seriliyor.

Hikayemiz birbiri etrafında dönen Annares ve Urras gezegenlerini konu alıyor. Annares bereketsiz topraklara sahip, kuraklığın hüküm sürdüğü ve otoritenin olmadığı Odocuların yaşadığı gezegendir. Burada kimsenin mülkü yoktur. Tam anlamıyla anarşizm hüküm sürmektedir. Urras ise tam tersi. Bol ve bereketli topraklara sahip, otoritenin ve hiyerarşinin hüküm sürdüğü bir yerdir. Yani tam bir kapitalizm.  Her iki gezegende yaşayanlarda diğer gezegeni uydusu gibi görmektedir. Okur her iki gezegeni de, gezegenler arası yolculuk yapan Annaresli fizikçi ve devrimci Shevek'in anlatımıyla görmektedir.


Roman her anlamda birbirinin zıttı olan iki gezegenin karşılaştırılması gibi anlatılabilir aslında. Basit ve üstünkörü anlatım bunu gerektirir. Ancak eseri başyapıt yapan şey detaylarda saklı. Derinlere inildikçe bereket ve bolluk içinde yaşayan, devlet otoritesinin kusursuz işlediği Urras'da bile bireylerin aslında kendi seçimlerini yapamadıklarını yakalıyoruz. Kusursuz işleyen sistemlerde herkesin sistemin bir parçası olması gerektiği, hatta eksik parçayı tamamlama zorunluluğu olduğunu görüyoruz. Peki böyle bir dünya da birey özgün olabilmeyi, kendisi kalabilmeyi nasıl başarabilir?


Bir de Annares gibi kıtlığın hüküm sürdüğü, herkesin sefalet içinde yaşadığı ve otoritenin olmadığı dünya da yaşadığınızı hayal edin. Yani distopyayı dibine kadar yaşıyorsunuz ama çevrenize baktığınızda herkes eşit. Herkes kendisi olabilmiş. Herkes, herkes kadar değerli. 

Bireycilik mi yoksa toplumculuk mu? işte bütün mesele bu...

Roman bilim kurgu içerikli olması sebebiyle olsa gerek yazarın kendi tanımlamalarına alışmak biraz zaman alıyor. Bunun yanında çok fazla yapılan betimlemeler konudan kopmaya da neden oluyor. Bu anlamda kafa patlatarak okunması gereken zor bir kitap sayılabilir. Üstelik üç yüz küsür sayfa. Ancak baş kısımlarda zorlayan yazarın tanımlamalarına ve betimlemelerine alışıp her iki gezegeni de zihninize yerleştirdikten sonra zevk almaya başlıyorsunuz. Bu nedenle kitap herkese zevk vermeyebilir ama kitap kurtlarının zevk alarak okuyabileceğini düşünüyorum.

Bol kitaplı günler sizlerin olsun. Sevgiyle kalın... 

Mülksüzler, Kitap Eylemi blogunun distopik kitaplar listesinde ilk sırada bulunuyormuş. Yani Eylem hanımın şiddetli tavsiyesi üzerine ...

Bozkırkurdu - Hermann Hesse


Orta yaşların sonunda bir adam var. Kimdir, nedir tam olarak bilmiyoruz. Geçmişte eşi dostu var mıydı ya da şimdilerde nerelerdeler o da mechul. Yaşadıklarından çok iç dünyasına giriyoruz. Hayat onun için anlamsızlaşmış. Şizofren mi yoksa psikolojik bunalımlı olduğunu bir dönemini mi okuyoruz belli değil. Ama şunu biliyoruz. Adam yaşama amacını, sevincini, huzurunu kaybetmiş ve intiharın eşiğinde dolaşıyor.

Umutsuzluğun pençesinde kıvranan adamımız  sıradanlaşan günlerin birinde kendinden oldukça genç bir kızla karşılaşır. Dans etmeyi, eğlenmeyi kısaca yaşamayı öğrenir bu özgür kızdan. Her günün sabahında doğan güneş, adamımızın da dünyasını aydınlatmaya başlar...

Bozkırkurdu, blogsözlük kitap okuma grubunun 20. kitabı olarak karşıma çıktı. Ve okuduğum ikinci Herman Hesse kitabı. Fazlasıyla psikolojik bir kitap. Hani olayların puslu ama duyguların berrak anlatıldığı kitaplardan. 

Okumak için zinde bir beyin istiyor. Öyle yorgun, otobüste, düğünde ya da dernekte okunabileceklerden değil. Ama dinçseniz ve kitap okuma havasındaysanız sizi duygudan duyguya sürükleyecektir. Cümlelerin altını çizenlerdenseniz fazlasıyla çizik atacaksanız. 

Sokulgan biri sayılmazdı. İnsanlardan kaçardı. Değişik bir dünyadan çıkıp gelmiş bir yabancı, vahşi, ürkek bir yaratıktı. Onun , Bozkırkurdu’nun yalnızlığı, ‘bilinçli bir yalnızlıktı…

Keyifli okumalar.

Orta yaşların sonunda bir adam var. Kimdir, nedir tam olarak bilmiyoruz. Geçmişte eşi dostu var mıydı ya da şimdilerde nerelerdeler o ...

Otherlife (2017)


Yaşamaktan korktuğunuz heyecanları sanal gerçeklikle yaşamak ister miydiniz? 

Filmimiz Ren Amari (Jesica De Gouw) ile erkek kardeşinin derin dalış yaptığı bir geçmiş üzerine kurulu. Ren Amari'nin ısrarı üzerine ikinci kez dalış yapan erkek kardeş bu dalıştan çıkamaz ve beyin ölümü gerçekleşir. Büyük suçluluk duygusu içindeki Ren, kardeşini kurtarmak için babasının başlattığı ancak anlaşılmaz bir şekilde terk ettiği Otherlife projesine sarılır. Böylece insan beynine yüklenen sanal gerçeklikle, yanlış tercihi nedeniyle beyin ölümü gerçekleşen kardeşine aynı heyecanı yaşatıp doğru tercih yaptırarak kurtarmaya çalışacaktır. 


Ren projesi için sponsor desteğine ihtiyaç duyar ve bir arkadaşı ile birlikte Otherlife şirketini kurar. Buna göre sanal gerçeklikle heyecan yaşamak isteyenler için senaryolar yazmaya başlar. Yazılan her senaryo için geliştirdikleri yazıcıdan mürekkep benzeri bir sıvı çıkar. Bu sıvıyı gözüne damlatan kişi bir kaç dakika içinde o muhteşem heyecanı yaşayacaktır.


Projeden haberdar olan devlet yetkililerinin başka bir planı vardır. Suçluları ıslah etmek.  Böylece 1 yıl hapis yatması gereken kişi 1 dakika içinde o acıyı yaşayarak ıslah olup topluma kazandırılabilecektir. Ancak devlet yetkilileri projenin birden çok müebbet hapis cezası için de geliştirilmesini istemektedir. Ren projenin insan beyninin yaşadığı eşsiz deneyimlerle daha da geliştirilmesini amaçladığını ancak devletin projeyle insan beynini sınırlandırmayı amaçladığını düşünerek itiraz eder. Ve bir anda kendini denek olarak bulur... Filmi bitirmemek için anlatımı burada kesiyorum.


Otherlife yani Diğer Yaşam kurgusu ve öngörüsüyle beni fazlasıyla etkilemeyi başardı ve oldukça gerçekçi geldi. Bilim kurgu sevenlerin bayılacağını düşünüyorum.

Keyifli seyirler.

Son söz;  Antalya Expo fuarındaki çocuk bilim merkezi içerisinde gözlüklerle yapılan sanal gerçeklik salonu var. Benzer şekilde deneyimler sunuyor. Yine 9D film gösterimlerinin filmde anlatılmak istenenin ilkel hali olabileceğini düşünüyorum. Deneyimlemelerdeki zaman sorununu da çözerlerse işlem tamamdır. İki saatlik filmi bir dakika da bitirmek gibi.

Şimdilik eğlence sektörüne hizmet eden bu teknolojinin gelecekte filmin öngördüğü gibi ceza yöntemi olarak da kullanılıp kullanılmayacağını hep beraber göreceğiz.

Yaşamaktan korktuğunuz heyecanları sanal gerçeklikle yaşamak ister miydiniz?  Filmimiz Ren Amari (Jesica De Gouw) ile erkek kardeş...

Makale Özgünleştirme Nedir Arkadaş?

Özgün blog yazarı olmak vallahi zor. Hani yazmak zevktir hatta terapi gibi gelir insana ama o kısmı ayrı. Zevk için yazıyoruz, bu işten para kazanıp yatlar katlar almak gibi hayalimiz de yok. Ayrıca blog para kazandırmıyor diye yazmayı terk edene de rastlamadım. 

Tüm bu zevk ve hobi meselesinden özgün blogların yazılarını istediğiniz gibi kopyalayıp kendi site/blogunuzda kullanabilirsiniz sonucu çıkmaz. Bunu yapanlar varmış, yapmasınlar. Hatta blogdaki makaleyi bırakın komple blogu klonlayanlar varmış. Bu yazımda uyarmıştım hatırlarsanız. Bu durum iğrenç bir şey olsa da "benim yazımı nasıl çalarsın, pis hırsız" azarlarıyla muhatabınızı yerin dibine sokabiliyordunuz. 

Şimdi farklı bir şey yakaladım. Makale özgünleştirme diye bir şey. Yine sizin makaleniz kopyalanıyor ve yine hırsızın site ya da bloguna yapıştırılıyor ama bir farkla. Makalenizin içerisindeki bazı kelimeler anlam bütünlüğü bozulmayacak şekilde değiştirilerek. Böylece özgün bir yazı yayımlamış olacak.


Birileri üşenmemiş site kurmuş. Ben ilk gördüğümde yaklaşık 300 kelime hafızasıyla makalenizdeki kelimeleri hatta cümle sonlarındaki fiilleri otomatik değiştirebiliyordu. Ancak hayırseverin biri sever sistemin hafızasındaki kelimeleri sıfırlamış. Yine de siz sisteme değişmesini istediğiniz kelimeyi ve karşılığını yazarak kaydediyorsunuz. Örnek olması için kendi yazımdaki sadece dört kelimeyi değiştirerek özgünleştirdim. Elli kelimenin değiştiğini siz düşünün artık.

Bu sorunu nasıl çözeriz bilmiyorum ama ilk aklıma gelen eski yazılarınıza link vermek olacak. Umarım işe yarar.

Son söz olarak tekrar başa dönüyorum. Özgün blog yazmak zor azizim...

Sevgiler...

Özgün blog yazarı olmak vallahi zor. Hani yazmak zevktir hatta terapi gibi gelir insana ama o kısmı ayrı. Zevk için yazıyoruz, bu işten ...